HİMMET KARATAŞ

Bir Varmış Bir Yokmuş

HİMMET KARATAŞ - Bir Varmış Bir Yokmuş

Merhamet Bir Çocuğun Kalbidir Bunu Kuşlar da Bilir

Kafesteki Kahramanlar, hayvanların ve çocukların gözünden insanların kadim değerlerine doğru kısa bir yolculuğun kitabı. Bu hikayelerde çoğumuzun yüzleşmekten kaçındığı “içimizdeki çocuk ve çocuk vicdanı” karşımıza çıkıyor.. Günlük hayatta gittikçe uzaklaştığımız “merhamet, iyilik, yardımlaşma, dayanışma ” gibi değerleri hayvanlar ve çocukların dünyasından tekrar hatırlatıyor okuyucuya. Kitabı bitirince durup düşünüyorsunuz:

“Dünyanın en güzel hali, sahnede çocukların olduğu bir hayattır kuşkusuz. Çünkü merhamet bir çocuğun kalbidir. Bunu kuşlar da bilir.”  Çocuk vicdanı ile karşılaşmak gerçekten sarsıcı.

MEB Kültür Yayınlarından çıkan Dondurma Ağacı’nın şairi  ve Hayy Kitap Yayıncılık ‘tan Mutlu Orman Masalları‘nın yazarı Himmet Karataş imzalı kitap dokuz kısa öyküden oluşuyor.

İlk öykü kitaba adını veren Kafesteki Kahramanlar. Olay salgın hastalık nedeniyle sokağa çıkma yasağı olan günlerde geçiyor. Hatırlarsınız, o günlerde okullar tatil edilmiş, kaldırımlarda çiçekler bile açmıştı. Hayvanat bahçesi sakinleri uzun süren sessizliği merak ederek bir plan yapıyorlar. Artık onlar insanları evlerinde ziyaret ediyor. Sonunda beklemedikleri bir sürprizle karşılaşıyorlar. Öykü öyle bir yoldan yürütüyor ki insanı ister istemez Alejandro Jodorowsky ‘nin  şu veciz sözünü haykırıyorsunuz: “Kafeste doğan kuşlar uçmayı hastalık zanneder.”

İkinci olarak Küçük Kelebek İle Kara Karınca karşılıyor bizi.

Her canlının bir yaşam şekli ve habitatı olduğunu Küçük Kelebek İle Kara Karınca’nın hikayesinde bir kez daha anlıyoruz.

“Gece bulutların peşinden gidince

Bayılırım yeryüzündeki sevince

Günaydın tüm çiçeklere

Günaydın tüm böceklere”

Küçük Kelebeğin şiiri bu… Kitaptaki diğer hikayelerde olduğu gibi şiirle karşılaşmak başka bir duygu. Yazar Kelebek Etkisine gönderme yaparken Küçük Kelebeğin okula giden bir çocuğun omzuna konması, yazarın çocuğa bakışını da gösteriyor.

Bir çocuk  değişir, her şey değişir.

Karıncalar çalışma disiplinleriyle meşhur canlılardır. La Fontane masallarında olduğu gibi kapısına gelen Ağustos Böceğine kapıyı kapatacak kadar da kötü değildirler. “Bay Karınca Tatilde” adlı  öyküde Bay Karınca’nın günlük rutin hayata küçük bir itirazını okuyoruz. Karıncanın kendine bir yolculuk arayışı bu… Ve müzikten şiire uzanan bu yolcukta, denizin şarksını ilk kez dinliyoruz:

“Her sabah beyaz köpüklerimle

Yıkarım şehrin yüzünü erkenden

Bu yüzden gülümser güneş doğarken” 

Sare’nin Sarı Dinozoru öyküsü ile çocuk kahramanlarımız çıkıyor ortaya.

Bir oyuncak yumurtayla başlayan hayal gücü macerası bu öyküde bizi Dede Korkut Hikayelerine kadar sürüklüyor. “Basat’ın Tepegözü Öldürmesi” hikayesine modern bir gönderme var. Rüya ile gerçek arasında sürükleyici bir kurgu.

Meşe Ağacındaki Keloğlan’da yine bir çocuğun hayal gücü karşısında hazırlıksız yakalanıyoruz. Evet, yazarın da zaman zaman belirttiği gibi “çocukların en büyük gücü hayal gücü.” Bu toprakların masal kahramanı Keloğlan modern bir karakter olarak karşımızda… Yazar, eserlerinde sık sık Keloğlan Masallarına, Dede Korkut Hikayelerine ve La Fontaine Fabllarına göndermeler yapıyor. Burada asıl dikkat çekmek istediği ise bugünün yetişkinleri olan anne babalar da çocuklarıyla birlikte bu kitabı okurken kendi çocukluk günlerine dönebilsinler… Bu öykülerde geçmiş ve gelecek bir köprüde buluşuyor.

Dünyaya çocuk kalbiyle bakmanın öyküsü: Serçelerin sabah Şarkısı

Günlük hayatımızda zaman telaş içinde akıp giderken, Öykü’nün bahçedeki ağaçta öten serçelere olan ilgisi, onların şarkılarını anlamaya çalışması bize “biraz yavaşla!” diyor adeta. Koşuşturmaca içinde güzellikleri göremeden bir günü tüketiyorsunuz diyor. “Okula neden geç kaldın?” diye soran öğretmenine Öykü’nün verdiği cevap ne kadar anlamlı:

“Serçeler bir ağaçta toplanmıştı. Durup serçelerin şarkısını dinledim öğretmenim.”

Çocuğun kendi dilinden anlattığı Arkadaşım Bücür Karetta’da yine doğa sevgisi üzerine hatıra tadında kısa bir hikayeyle karşı karşıyayız.

Nesli tükenmek üzere olan ve koruma altında olan bir deniz kaplumbağası olan Caretta Carettalar yaz tatilinde bir çocuğun varı yoğu oluyor. İnsanların kendi evlerini yapmak için başka canlıların evlerini yıkıp dağıtmaları kahramanımız Mert’in çok canını sıkıyor.

Yaralı Serçe Neşe’de  çocuk kahramanımız (Ömer)  yaralı bir serçeyi annesiyle korumaya alıp tedavi ediyor. Serçe kuşu iyiliği anlıyor ve teşekkürü bir borç biliyor. Sonunda  içinizden bir ses kulağınıza fısıldıyor. “Merhamet bir çocuğun kalbidir. Bunu kuşlar da bilir.”

Balkona sığınan bir çam fidanı düşünün. Yüreği üşümüştür belki. Belki  rüzgârını yitirmiştir. En güvenli bulduğu yer bir annenin ellerinde balkona sığınmak… Balkondaki Ağaç şehirleşme, betonlaşmaya karşı çocukça bir isyanın öyküsü. Kendine yer arayan ve bir evin balkonuna sığınan çam fidanı ile Ömer’in dostluğu… Kalbinize kuşların yuva yapabileceği sıcaklıkta kısacık bir hikaye.

Kafesteki Kahramanlar’ı okurken  Cengiz Aytmatov’un şu sözü geldi aklıma:

” İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez.” Kitaptaki tüm hikayelerde bu duygu bir beyaz bulut gibi dolaşıp duruyor üstümüzde.

Dr.M.Ali Özdoğan

  • Kitaba ulaşmak için:

Kafesteki Kahramanlar

Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık

 

Çocuk Edebiyatı / Öykü

Kara Karınca Tatilde

Bir yaz günü daha başlıyordu. Henüz güneş doğmamıştı. Yapılacak çok iş vardı. Fakat Kara Karınca bu gün başka bir şey düşünüyordu.

Bay karınca Ağustos böceğinden sıkılmıştı.

Her zaman adı onunla birlikte anılıyordu.

Sabah erkenden çantasını hazırlayıp denizin yolunu tuttu.

Kıyıda esneyen bir yengeç ona gülümsedi:

“Günaydın, sen de kimsin?”

“Ağustos böceğinin arkadaşıyım.”

“Ah, evet okuldayken okumuştum. Sen çok çalışkan birisin. Güzel bir hikâyeydi. Demek tatile geldin?”

Evet, dedi Kara Karınca: “Bir gün olsun dinlenmek benim de hakkım.”

Bu arada Kara Karınca şemsiyesini açmış, mayosuyla denize dalmıştı bile.

Masmavi sularda bir yaprak gibi yüzmek ne güzeldi. Bütün bir yılın yorgunluğu uçup gitmişti gökyüzüne.

Kara Karınca biraz sonra güneşlenmek ve kitabını okumak için kıyıya çıktı. Cep telefonu durmadan çalıyordu.

Arayan kim olabilirdi ki?

Aceleyle havluyu üzerine örttü.

Ağustos Böceğiydi telefondaki:

“Nerdesin kardeşim? Kaç saattir gelmedin. Evine kış mı geldi yoksa?”

Kara Karınca telefonu yanına aldığına pişman oldu. Tatilin keyfi kaçıyordu.

“Ben, denizdeyim!” diye cevapladı..

Ağustos Böceği kısa bir şaşkınlıktan sonra : “Denizde ne arıyorsun? Senin yiyeceğin buğday orada olmaz ki!”

Kara Karınca yine kısa cevap verdi. Canı konuşmak istemiyordu. Bir gün bile olsa yalnız kalmak, dinlenmek istiyordu.

“Tatile çıktım.”

Ağustos Böceği şoka girmişti. Karıncaların tatile gittiğini hiç duymamıştı.

“Bekle geliyorum!” dedi.

Kara Karınca telefonu çantasına koydu.

Güneşin altına uzandı. Dalgaların sesiyle bir güzel uykuya daldı.

Çok geçmeden Ağustos Böceği şemsiyenin teline konmuş vızır vızır ötüyordu.

Kara Karınca ona birlikte yüzmeyi önerdi.

O gün iki eski dost akşama kadar yüzüp eğlendiler. Satıcıdan haşlanmış mısır alıp yediler. Birlikte kitap okudular.

Ağustos Böceği hiç şarkı söylemedi. Denizin sesini dinledi sadece.

“Müthiş bir müzik…” dedi içinden. Gözlerini kapadı. Her şey maviydi.

21.02 2008  Himmet KARATAŞ

Öykü

Kasımpatılar Açarken

Okulumuza müdür olarak atandığında akasyalar çiçek açıyordu.
Yıllardır bu günü bekliyormuş gibi şenlenmişti bahçemiz. Demek umudun ve sevginin topraktan fışkıran filiziymiş çiçekler.
Umuda büründük biz de…
.
Öğretmenler kurulunu topladı.
Kendini kısaca tanıtırken mütevaziydi. Vatan haritasında bir yer gösterdi ve idarecilikle başlayan çetin çalışma şartlarını anlattı. Öğretmenlere takım arkadaşı gözüyle baktığı belliydi. Kaybedilen özgürlükleri geri veriyordu sanki. Bunu arkadaşlarımın gülümseyen gözlerinden anlayabiliyordum.
“Burada küçük bir ekibiz ve sizleri büyük işler yapmaya davet ediyorum” dedi.
Bir arkadaşım söz alarak; “Çay içemiyoruz, çay ocağımız var fakat çay yasak!” deyince, şaşırdı. “Şu saatten itibaren çay serbest!”
Dile getirilen tüm sorunlara akılcı çözümler sunuyor, ajandasına notlar alıyor, gelen misafirleri kapıda karşılıyordu
Küçük duyuruları bile öğretmenler odasına gelerek iletiyordu bize. Öyle eskisi gibi müdür odasında tek sıra hizaya çekilip azar işitmekte yoktu artık. Gülerek giriyorduk derse!

Hiç durmadı. Okulu gezip gözden geçirirken bakımsız sıralara, kırık dökük pencerelere ve duvar gazetesi şeklindeki Atatürk Köşesine bakıp bir iç geçirdi.
“Bu çocuklara layık bir okul yapacağım burayı” dedi.

Akasyaların özgürlüğümüze bir armağanı olmuştu kendisi..

Kıt imkânlarla büyük işler nasıl yapılır onda gördük.
İyi bir çevre incelemesi yaptıktan sonra:
“Arkadaşlar, bir yılsonu şenliği yapalım” dedi. “Yeterince potansiyelimiz var.”
Haklıydı. Öğretmen arkadaşlar arasında iyi bağlama çalan Merdan Bey vardı ki, tek başına şenliği yapabilecek donanımdaydı.

Bir haziran akşamı bütün kasaba halkı okulun bahçesindeydi.
Gönüllü veliler gözleme yapıyor, yanındakiler ayranla birlikte gözleme satıyordu.
Merdan bey saatlerce bağlama çalarak tüm Anadolu’yu türkülerle okulumuzun bahçesine getirdi sanki. Kah Sivas’ın yollarına, Kah Cemilem türküsüyle, Kezban Yengeyle, Topal oyun havasıyla davetliler coşmuştu…
Öğrenciler, veliler, öğretmenler tek yürek olmuştu. Bu birlikteliğin okulumuzu yenibaştan onaracak bir “elde”si olduğunu o an hiç düşünmemiştim.

Hizmet içi eğitim çalışmalarım nedeniyle karne günü ben de okuldan ayrıldım. Giderken yıpranmış sıraların ve sıvaları dökülmüş duvarların sesiz çığlığını duyar gibiydim.

Koca bir yaz yolum düşmedi okuluma. Memleket havasını özlemiş olmalıydım.

Döndüğümde akasyaların çiçekleri de solmuştu. Müdürümüzün mahkeme kararı görevinden ayrılacağını bizden önce duymuştu ağaçlar. Kuşlardan mı aldılar haberi bilmiyorum.…

Eylülün ilk günlerinde okula geldiğimde gözlerime inanamadım…
Pırıl pırıl boyalı duvarları, tertemiz koridorları, yenilenmiş sınıfları ve dahası yeni Atatürk Köşesini görünce; “Bu bir rüya!” dedim. “Olamaz, bu kadar zamanda bunlar yapılamaz.”

Koşarak sınıfıma çıktım. Sıralar gülümsedi yüzüme. Zımparalanıp, cilalanmıştı. Başımı yukarı kaldırıp bakın, oracıkta kalakaldım: Yıllardır hayalini kurduğum projeksiyon tavana takılmış beni bekliyordu. Masamda çift işlemcili pırıl pırıl bir bilgisayar!
Bir nefeste diğer sınıflara koştum. Hepsinde projeksiyon vardı. Üstelik tüm sınıflar boyanmış, duvarlara fayans döşenmişti.
Teşekkür için odasına girdiğimde birkaç tane veli öğrenci kaydı için gelmişti.
İşlemlerin bitmesini bekledim.

Hemen arkasında Atatürk’ün şu sözü asılıydı: “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır!”

“Çalışmalarınızdan dolayı çok teşekkür ederim, müdür bey” dedim.
“Rica ederim. Biz ne yaptık ki?”dedi.
Okulun bahçe düzenlemesine değindi. Bahçe duvarı ile ağaçları orta kaldırım taşları ile çevirerek çiçek ekeceğini söyledi.
“Hangi çiçeği seversin Muhittin bey?”
“Kasımpatı” dedi arkadaşım. Demez olaydı. O benim çiçeğimdi.
Bir kaç gün içinde bahçede peyzaj çalışmaları başladı.

Okullar açıldığında yaz boyunca okulumuzun yaşadığı değişime velilerin de ağzı açık kalmıştı. Kimi; “Madem bu kadar iş yapılabiliyormuş, neden yıllarca beklenildi?” diye sitem bile ediyordu.
Müdürümüzün beş ayda yaptığı çalışmalar bölgemizde dilden dile dolaşmaya başlamıştı bile. Daha önce; “İki yılım dolsa da tayin istesem” diye düşünen arkadaşlar, teknoloji üssüne dönüşen sınıflarını bırakmak istemiyorlardı artık…
Sınırsız ve ücretsiz fotokopi imkânına kavuşmuştuk. Her öğrenci için sınıflara yapılan dolaplar sayesinde çocuklar çanta taşımaktan da kurtulmuştu

Dersleri internet ve projeksiyon destekli işliyorduk. Müthiş keyif vericiydi. Sunularla renklendirilen dersler artık sıkıcı değildi öğrencilerim için. Çünkü yüzleri gülüyordu. Verdiğinin alındığını görmekten başka ne mutlu edebilir ki bir insanı? Mutluyduk.
Sanıyorduk ki bu hep böyle sürecek…
Çiçeklerle donatılacak bahçemiz. Dört mevsim çiçeğe duracak okulumuz sanıyorduk.
Bir kara haber geldi. Yıkıldık…
Soğuk bir kasım günü, kasımpatılar açarken müdürümüz görevinden ayrıldı.

Masanın etrafına toplandık.
“Yemek söyledim arkadaşlar. Biliyorsunuz, ben buradaki görevimden ayrılıyorum, kısa bir değerlendirme yapacak olursam; okulun tüm imkânlarını sizlerim hizmetine sunmaya çalıştım. Bu arada kırıcı olduysam özür dilerim.”
Gelişiyle çiçeklenen gönüller yıkılmıştı üzüntüden.
Galiba en çok özgürlüğümüzü geri verdiği için sevdik onu. Tüm yetki ve imkânlarını bizim için kullanarak bize verdiği değeri göstermişti.

Yemekten sonra bahçeye çıktık. Onu yolcu edecektik. Çiçek tarhlarına baktı… Kasımpatılar açmıştı…
“Muhittin Bey” dedi, “iyi bak onlara.”
Muhittin Bey omzuma yaslandı, tutamadı kendini…
Bir anda kalabalığın ortasında kalmıştık. Öğrenciler: “Gitme! Gitme!” diyerek alkışla tempo tutuyor, veliler bir buket çiçekle teşekkür ediyordu.
Çiçeklerle gitti… Pırıl pırıl, örnek bir okul bırakarak geride.
Okulumuzun gülen yüzüne kasımpatıların hüznü düşmüştü.

Sınıfa döndüğümde projeksiyon perdesinde kasımpatılar sallanıyordu.
“Öğretmenim!” dedi Gürkan: “Ben bu çiçeği seviyorum!”
Kucakladım, öptüm onu.
“Ben de çocuğum, ben de…”
“Baharda her yer çiçek açar öğretmenim, önemli olan Kasım’da, kışa karşı açmak! Müdürümüz Mehmet Bey’den öğrendik bunu. Bu yüzden seviyorum kasımpatıları!”

O gün, öğrencilerimin çizdiği kasımpatılarla süsledik sınıfımızı.
Bir türlü akşam olmadı…

Himmet KARATAŞ