HİMMET KARATAŞ

Bir Varmış Bir Yokmuş

HİMMET KARATAŞ - Bir Varmış Bir Yokmuş

Eğitimde Yeni Anlayışlar

Bugün öğrencilerimizi tatile gönderdik. Bir süre okul bahçeleri ıssız kalacak.

Öğrencilerimize okuma, araştırma tavsiyelerimiz oldu.

“Tatili okuyarak geçirin” dedik.

“Kitap en iyi dosttur.”

Aynı şekilde biz eğitimcilerin de okuması gerektiğini biliyoruz.

Özellikle mesleki alanda yazılmış kitap, makale ve dergileri okumak, eğitim bilimi alanındaki güncel gelişmelerden haberdar olma açısından önemli.

Profesyonel eğitim anlayışına sahip öğretmenler, sonun çözmede ve hedef davranış kazandırmada fark yaratırlar.

Çünkü girdisi değişken bir sistemdir eğitim. Bilimsel gelişmeleri anlık takip eden bir sistem /veya birey/ sürekli yenilenerek güç kazanır.

Birkaç örnek vermek gerekirse, “disiplin” deyince aklımıza hep “yaptırımlarla çevrilmiş kısıtlı bir durum” aklımıza gelir. Türk Dil Kurumu disiplini şöyle tanımlıyor: “ Kişilerin içinde yaşadıkları topluluğun genel düşünce ve davranışlarına uymalarını sağlamak amacıyla alınan önlemlerin bütünü.”

Bekir Onur ise: “ Çocuğun gelişmesinde büyükler tarafından örgütlenen bir yaşam düzeni” olarak tanımlamaktadır.*1

Eğitim çalışanlarının günlük dilinde: “Sınıf disiplini, okul disiplini, çalışma disiplini…” gibi söylemlerle yer aldığı gözlenmektedir.

Bir dersin hedeflenen bir şekilde işlenmesi için “sınıf disiplini” gerekir…

Fakat bu disiplin çoğunlukla tek taraflı, öğretmen merkezli bir sınıf kontrolü olarak algılanmaktadır.

Oysa çağdaş eğitim anlayışına göre bu sınırlama tek taraflı olarak yeterli değildir. Hedeflerin kazanılmasında etkili olabilecek bir yöntemde “espri ve öğrencilerin gülmesi” varsa; bu da bir disiplindir. Çünkü öğrenmeyi etkin kılmaktadır.

Öğretmenin yüksek sesle, sık sık: “Susun!” uyarılarıyla sağladığı “sessizlik” disiplin değildir. Aksine eğitim ortamında tek taraflı bir “iletişimsizlik” oluşturacağından disiplinsizliktir…

Disiplin çocuğa hayatın kurallarını öğretmektir, onu rencide etmek değildir.

Diğer yandan okullarda meydana gelen “disiplin” olaylarında verilen “ceza”lar, bir başka öğrencinin aynı disiplinsizliğe girmesine engel olamamaktadır. Gelişim çağına göre “birey olarak kendi varlığını çevresine ispat etme kaygısında” olan çocuklar için arkadaşlarının huzurunda cezalandırılmak, kendi varlığını çevreye ve öğretmene duyurmaktır.

Nitekim okullarımızda bu tür öğrenciler karşımıza çıkmaktadır.

Disiplini bir yaptırım aracı olarak değil de, bir eğitim aracı olarak algılamak daha verimli olmaz mı?

“Bu bağlamda disiplin ikiye ayrılıyor: Kişinin kendi kendine uyguladığı disiplin (self-imposet) ile başkaları tarafından kişiye empoze (imposet) edilen disiplin.

Öğrenciyi “kendi iç kontrol” mekanizmasına bağlayacak, sorumlu bir birey olarak yetiştirmeye yönelik tutumlar “eğitimde hür disiplin” dediğimiz olguyu doğuracaktır.

“Hür disiplinin amacı çocuğu sıkı kontrol altına almaktan ziyade gönlünü kazanmaktır. Onlarda öz denetim mekanizmalarını geliştirmektir.”*2

İnsan beyni üzerine yapılan bilimsel çalışmalar; bireyin ilgi, istek, algılama ve öğrenme biçimlerini bilimsel olarak yenilemektedir.

Dinamik bir sistem olarak eğitim, kendinden başlayarak bireyi ve tüm toplumu değiştirme gücüne sahiptir.

Bu nedenle Atatürk: “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da milleti esaret ve sefalete terk eder.” demiştir.

Himmet Karataş

*Kepez’de Eğitim Bülteni  (27 Haziran 2010) yayımlanan yazı.

——————————

*1- Onur, Bekir, (1979) “Disiplin Kavramı” Eğitim ve Bilim Ted. Ankara s.25-28

*2- Şengül, Tuba.( 2005)  “Geleneksel ve Çağdaş Eğitim Anlayışında İlgi ve Disiplin” Milli Eğitim Sayı:166

Mayıs’ta çocuk sesleri

Kopyası koseyazısına

Mavi gökyüzü gizlemiş kendini, kara bulutlara yer vermiş…
Gökte bir matem havası var… Bugün 27 Mayıs!
Sol yanımızda saplı duran bir kurşun gibi hatırlatıyor kendini her daim.

Yedi düvele karşı savaşıp, Zümrüd-ü Anka misali;

“ Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyerek var olduk yeniden! Tam koşacakken çağdaş uygarlık yolunda(!) ayağımıza dolanan urgan hangi ilkel dürtüyle örmüştü ağını ki, çaldı gençliğimizi, geleceğimizi?

Oysa aziz milletim İstiklâl Harbinde tek yumruk idi…

Giymedi çarığını, siperdeki eşine gönderdi.

İç tehdit ne ola ki?
Kapılarına kilit vurulmayan köylerin, kasabaların yollarına düşen taş ne ola ki?

Mayıs 27… Sessizlik, karanlıkla eş!
İlkyazda susan kuşların ürküttüğü çocuklar sessizleşiyor…
Çocukların kararmasın geleceği!
Kuşlarla yarışan çocuklarda bu keder niye?

Mavi gök yas tutmakta geçen bir ömür için.
Kaybolan yıllar geri verirler mi hiç? Hele kaybolan 56 yılı…

Hedef çağdaşlaştırmaktı (!) karanlık kaderini vatanın!
Güneşimizi çaldılar, kaldık hep karanlıkta!

Yalnız ve güzel ülkem kendine özgü ayrık otlarıyla çırpınırken; geçti yıllar…
Hayata beraber başladığı komşularla da ayrıldı zamanla yollar.
Gelişmişler sınıfında itibarı yükselirken kimilerinin; biz “kendi kendine yeten yediden biri” olmakla övündürüldük!

Heyhât!…
Hariçten gazel okuma cenneti idi bu yurt.
Bu güzel yurt!
Topuğuna sıkılan kurşunlarla durduruldu medeniyet yolundan.
Acılara tutunmak kader oldu…

O halde, değişim rüzgârı savursun kara bulutları!

(Ama en çok yıldızlı geceleri özledim,)
Ey şafak, sana ıslak
Bir gül atıyorum!
Halkımın acılarıyla güzelleşen bir gül…
Sitem eyleme ey şafak,
İlkyazda susan kuşlar aşkına bir gül!

Küreselleşme ve Yerli Oscar’lar

Kopyası müdür-acıklamaVaktiyle iki ahbap oturmuş sohbet ediyormuş.

Biri demiş ki; “ben kedimi eğittim, iki ayağı üzerine yürüyor ve hatta misafirlere kahve ikramı bile yapıyor…”

“Bırak git işine ya !” demiş diğeri…

“Saçmalıyorsun. Kedi garsonluk mu yapar? Onun işi fare yakalamak.”

“Demek bana inanmıyorsun….”

“Elbette inanmam. Her canlının bir yaratılış gayesi vardır. Sivrisineğin de, karıncayiyenin de… Sen kalkmış bir kediyi eğiterek asli görevinden saptırabileceğini iddia ediyorsun…”

Bakmış inanmıyor, evine davet etmiş

“Bu akşam bana gel… Ve kediciğimin sunduğu tepsiden kahveni iç, istersen kaldığımız yerden o zaman devam ederiz.”

Davete icabet gerekir.

Arkadaşı davete giderken küçük bir kutunun içine bir fındık faresi saklar. (Yo, iyi niyetle canım… Ne de olsa tartışma bilimsel ve deneme aşamasında.)

Hoş beş derken gerçekten de kedi kapıdan görünür….

İki ayağı üzerinde ve tepsi taşıyor…

Öyle mi? Bizimki kutudaki fareciği salıverir odaya… Kedi tepsiyi fırlattığı gibi farenin peşinden… Başlar bir “Tom ve Jerry” macerası…

Kedi ne kadar eğitilirse eğitilsin, aslı değişmez. “Ben modern takılıyorum, çağdaşım,

fare de neymiş! Ne arabesk şeymiş, ıııggh… ” demez yani…

Yukarıdaki hikâyenin ana teması böyle…

İmdi…. Etrafta “özgürlük, demokrasi, barış, çağdaşlık” gibi kavramlarla yatıp kalkan, fakat fareyi görünce maskesini düşürenlerden geçilmiyor…

Öyleyse “Bir Roman, Bir Hikaye” kuşağına dönerek George Orwell’in “1984” adlı romanını dinleyeceğiz. Cengiz Aytmatov (Çıňğız Aytmatov)’un “Elveda Gülsarı”(s)ı geçen hafta bitmişti, biliyorsunuz…

“1984” adlı roman bilimkurgu türünde olup, ileri düzey sosyalizme eleştirel bir bakış sunmaktadır. Ne var ki kavramlar üzerinden oluşturulan toplumsal histeriler, bize ülkemizi hatırlatmaktadır. “Sevgi Bakanlığı” vardır mesela… Ürkütücü yapısını geçersek, karanlık odalarında yürütülen tek faaliyet “Nefret Seansları”dır… Ama adı “Sevgi Bakanlığı…”

Evet, “güzel ve yalnız ülkemin” kekik kokan dağlarına bakıp iyimser bir nefes alabilirsiniz.

“Herkes benim düşünceme katılırsa, yanılmış olmaktan korkarım” demiş Oscar Wilde… İyi ki demiş, değilse sıkıntıdan patlayacak mavi gök!

“Oscar” dedim de, acaba “iyiye-kötü, yanlışa-doğru, demokratlığa-gerici” gibi tuhaf yakıştırmalara yönelik bir ödül mü düzenlesek?

Üstüne bir de “Büyük Birader-George Orwell Onur Ödülü” ekleriz. Olur biter!

Sahi, ülkemizin ‘özel şartlarından’ mütevellit ‘Çok Özel Oscar’lar sahiplerini neden bulmasın?

Birkaç örnek vereceksek;

Bu yılın “Gerçeği Mecraından Saptırma Ödülü” falancaya verildi….

En iyi “Kamuoyu Yanıltma Ödülü” şunun…

En iyi “Çamur At İzi Kalsın Ödülü” de bunun….

En İyi “At İzini İt İzine Karıştırma Ödülü” gibi…

Düşünsenize bir medya kuruluşu ve ya bir muhterem zat, hatta bir enkırmen (İng:anchorman)…

“Dokuz dalda Oscar’ları topladı…”

Ne enteresan olurdu?

Bunun sermaye piyasaları yanı sıra turizme yansımalarını da haftaya irdeleyeceğiz…

Himmet KARATAŞ

Okula başlama yaşı mı müfredat mı önemli?

lkokula başlamada 66 ay meselesini ne kadar büyüttük değil mi? Türk Psikolojik Danışma Derneği Başkanı Prof. Ergene, Vatan’a konuşmuş:”Veliler bilmeli ki çocuklar o raporla fişlenmiş olacak. 66 veya 68 aylık çocuk bile okul öncesi eğitim yaşındadır” demiş ve eklemiş:

“ 72 aydan önce çocuğu temel eğitime almak gelişimini bozar.”

Neden ve nasıl? Cevap yok. Dönüp dolaşıp aynı noktada; ay hesabında permütasyon oyunları yapıyorlar. Basında, sosyal medyada “4+4+4 kaosu başlıyor”, “Çocuğumun gelişimi 1. Sınıfa uygun değildir” ibareli dilekçeler elden ele dolaştırılması için servis ediliyor.

Tıpkı okul sütü dağıtımında olduğu gibi… Olumsuz birkaç vak’ayı tümünde yaşanıyormuş gibi göstererek, toplumda kaygıya bağlı karşı koyma davranışı geliştirmek… Hangi amaca hizmet edecekse? Sonuçta bunlara inanan veliler zararlı çıkıyor. Tüm sınıf süt içerken onların çocukları seyrediyor.

SADECE ÜÇ AY ÖNE ÇEKİLDİ

İlkokula başlamada 66 ay düzenlemesi yapılmamış olsaydı 1 Ocak – 31 Aralık 2006 doğumlu çocuklar bu yıl 1. Sınıfa gidecekti. Yeni düzenleme bunu 30 Mart 2007 ‘ye çekiyor. 60-66 Ay arası tamamen veli isteğine bağlı olarak 1. Sınıfa kayıt ediliyor. Bu 3 aylık aşağı çekmede bilimsel veriler yanında mutlaka velilerden gelen taleplerin de etkisi olmalı. Çünkü geçtiğimiz yıllarda bir gün farkıyla çocuğunu okula gönderemeyenler vardı.

1 gün veya 1 ay farkla çocuğa 1 yıl kaybettirmek ne kadar hakkaniyetle bağdaşır? Yine geçtiğimiz yıllarda gelişim yetersizliği vb nedenlerle çocuğunu okula göndermek istemeyenler de dilekçe ile okul yönetimine başvurarak bir yıl erteletebiliyordu.

“72 Aydan önce çocuğu temel eğitime almak gelişimini bozar!” (mı?)

İzaha muhtaç bir iddiadır. Sloganlarla milyonların hayatı etki altına alınamaz.

Gelişimi nasıl, hangi yönde bozar?

Tamamen okuma yazma öğretimi ve bilgi yüklemeye dayalı bir eğitim anlayışı esas alınırsa (eski müfredatta olduğu gibi) bu pekâla mümkün… Ama 1. sınıf müfredatı değiştirildi. Hem de daha çağdaş bir içerikle… Öğrenciler daha uzun bir zaman diliminde okuma yazma öğrenecekler. Çocukların çok sevdiği oyun ve fiziki etkinlikler 1. sınıflarda her gün ders olarak mevcut. Uzmanlar biraz da bu konularda konuşsalar daha iyi olmaz mı? Malesef müfredat boyutunu teğet geçerek, yaş boyutunda gürültü çıkarmaktadırlar. Net bir çıkarsamada bulunabilmek için meseleyi iki yönüyle de ele almak gerekiyor.

Söylenildiği gibi “öğrencinin gelişimini bozar” iddiaları bilimsel falan değildir.

Bilimsel olan ilkokul 1.sınıf müfredatının değiştirilerek çocukların zihinsel, duyuşsal ve fiziksel gelişimine uygun hale getirilmesidir. Bu ileriye dönük bilimsel temeli olan bir düzenlemedir.

GECİKMİŞ BİR DEVRİM

Evet, 4+4+4 gecikmiş bir devrimdir. Her geçiş döneminde olduğu gibi bazı sıkıntılar olacaktır. Bunu kabullenmek ve çocuklarımızı 2030’lu yıllara hazırladığımızın bilinciyle hareket etmek zorundayız.

Fişleme iddiası dikkate değer değildir. İddia sahipleri de belirtiyor ki; bu yaşlarda gelişim hızı aylar, hatta haftalarda bile farklı olabiliyor. Yani bu rapor “Sürekli” değil, o kayıt dönemi içindir.

İlkokul 1. sınıfa başlama yaşına itirazlar malum sendikalarından ve her şeye muhalafet modunda hariçten gazel okuyanlardan dile gelmekte, velilerin istisnai durumlar dışında kayda değer bir itirazı bulunmamaktadır. Bu konuda rapor alarak çocuğunu 1. sınıfa göndermeyenlerin istatistik oranı ileride mutlaka açıklanacaktır. Kişisel tahminim yüzde 5’in altında olacağıdır.

ÇOCUK GELİŞİMİNE GÖRE EĞİTİM DAHA ÖNEMLİ

Aslında şu gerçeği herkes biliyor; 5 yaşından itibaren çocuktaki öğrenme -okula gitme- isteği anne babaları epey zorluyor. Yaşı küçük olduğu için okula gidemeyeceğini açıklamakta zorlanıyorlar. Kardeşleri okula giden 5 yaşındaki bir çocuk, her gün okula gitmek istemektedir.. Ev içi oyunlarında sırtına çanta alarak oynayan çocukları çok görmüşüzdür.

Geçtiğimiz yıllarda bir reklâm spotu vardı:

“7 Çok Geç!”

Evet, 7 çok geç! Peki, 66 ay çok mu erken?

Yaşı küçük ama hayalleri büyük çocukların bitmek bilmeyen soruları bir reklam filminde Şener Şen’i bile zorda bıraktığına göre? 66 ay çok erken diyenler için kısa bir bilimsel hatırlatma yapmak gerekiyor: 3, 4 ve 5 yaş çocuklarını bazı özeliklerini özetlersek; “3 yaşında akran ilişkileri gelişir ve özerkliğini ispata çalışır. İki seçenekten birini tercih eder. 2,5 -3 yaşlarında ortalama 200 kelime üretir. Eleştirme becerisi gelişir. 4 yaşında basit öyküleri anlatır. Zengin hayal gücüne sahiptir. 4-5 yaşta dil gelişimi; kitaplara yoğun ilgi gösterir. Karmaşık cümleler üretir ve gramer kurallarına uygun konuşur. Sembollerle sözler arasındaki ilişkiyi kavramaya başlar.” ( Prof Nilgün Metin. H.Ü.Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü)

Devam etmeye gerek var mı?

Eğitimin tam zamanı değil mi 5,5 – 6 yaş?

NASIL BİR MÜFREDAT?

Asıl sorun şudur: Bilgi yüklemeye dayalı yoğunlaştırılmış bir müfredat mı bilimseldir, yoksa çocuğun yaşına/gelişimine uygun düzenlenmiş bir müfredat mı?

Değiştirilen ilköğretim 1. sınıf müfredatı nedense hiç sorgulanmıyor?

Daha okulun ilk günlerinde okumaya (2 ay içinde) geçmesi için fazlasıyla yoğun bir okuma yazma programına tabii tutulan çocuklar okul sevgisini kaybediyordu. Nitekim uygulamada veliler öğrencilere verilen okuma yazma ödevlerinin çokluğundan yakınarak, çocuğunun okula gitmek istemediğini dile getirmişlerdir. Okuma yazma öğretiminin ilk ayları öğrenci için sıkıcı ve zorlayıcı olduğundan, daha ilk yıl okul ile ilgili tüm hayalleri yıkılmakta ve okul sevgisini ve heyecanını kaybetmektedir. Böylece öğrenci kendiliğinden değil de emirle okumakta, yazmaktadır. Projeler, araştırmalar hep ödevden öteye gidememektedir.

.Sonuçta okumayı ve yazmayı sevmeyen, itaatkar bir nesil yetişiyordu. Hoş, bu tip insan ideali olanlar yok değil ama geçtiğimiz yüzyılda kaldı. Korkularıyla baş edemeyenler yüzünden kaybedecek vaktimiz yoktur. Eğitim öğretim süreçlerimize evrensel boyutta bakıldığında sorun daha net görünecektir.

OYUN EN İYİ ÖĞRENME ARACIDIR

Bilimselliği dilinden düşürmeyenler de kabul ederler ki; oyun en iyi öğrenme aracıdır. Somut düşünme ve hayal kurma becerisi oyun yoluyla desteklenen öğrenciler okulu daha çok sevmektedirler.

Bu nedenle okul öncesi eğitim müfredatı 1.sınıf müfredatına göre daha bilimsel olduğundan (beceri ve yeteneği önceleyen içeriğiyle) öğrenciler hiçbir şikayette bulunmazken aynı öğrenci birinci sınıfta adeta şok yaşamakta, hayallerini ve heyecanını kaybetmektedir. Eğitim hizmeti verenler bireyin öğrenme heyecanını sürekli canlı tutmak zorundadırlar.

Sayfalarca verilen yazma ödevleri, arkadaşlarıyla oluşturulan önce okumayı öğrenme yarışı öğrenciyi oyundan uzaklaştırmaktadır. Yeni düzenleme ile ilkokul 1. sınıf 1 dönem okul öncesi müfredatına paralel eğitim görecek olan öğrenciler 2. Dönem okuma yazma etkinliklerine geçeceklerdir.

ELEŞTİRİLER YAŞLA SINIRLI KALIYOR, PEKİ YA MÜFREDAT?

72 ayda ısrar edenlerin bir gelecek kaygısı olduğuna inanmak istiyorum. Gelecek kaygısı olanlar değişime kapalı kalamazlar. Toplumdaki ve dünyadaki değişimleri takip ederler, içselleştirmeye çalışırlar. Cümlelerinde “bilimsel” sözcüğü geçti diye bilimsellik iddiasında olamazlar.

Hiçbir realiteyle bağdaşmayan eleştiriler tek tip eğitim sistemiyle yetişmiş ve değişime direnen kişiler tarafından yapıldığından, şimdiye kadar uygulanan eğitim programlarını sorgulamak gerekir.

İlerici olması gerekirken neden hep “eskisi daha iyiydi” anlayışı ile dünyadan kopuk bir nesil yetiştiririz?

Bu 66 aylık çocukların 1. Sınıfa başlamasından daha önemli değil midir?

Bu yıl 1 ve 5. Sınıfların göreceği müfredat zaten bu nedenle değiştirilmiştir.

Müfredat uygun olduğunda 3 yaşındaki bir çocuk bile bir sınıf ortamında eğitilebilirken bu kadar kuru gürültü çıkarmanın bir açıklaması olmalıdır.

 

( Bu makale  2 Eylül 2012 de Yeni Şafak Gazetesinde yayımlanmıştır.)

Görüntüde eşitlik, içerikte itaat

Geçtiğimiz yıllarda güzel bir papağan resminin altında “Ezber bozuldu” yazan afişler asıldı okullara. Gerçekten de eğitimde “ezber bozan müfredatlar” uygulamaya konuldu. Fakat hala ezberimizde olan bir uygulamanın yanlışlığı üzerinde durmakta fayda var: Tek tip kıyafet!

Modern dünya çoktan terk etti ama ülkemizde ilköğretim öğrencileri yaz dönemi uygulamaları hariç hâlâ önlük giymek zorundalar.

Eğitimde kıyafet serbestliğine karşı olanlar; “Türkiye gibi, sosyal katmanları arasında farklılıklar olan bir ülkede, kıyafet serbestîsinin çocuk psikolojisi üstünde olumsuz sonuçlar doğurduğuna” inanırlar. Onlara göre “çocuklar arasında birbirine karşı oluşacak imrenme ve bir takım şeylerden yoksun olmak, çocuk psikolojisini etkileyecektir.” Bu ve benzer mazeretlerle bugüne dek geldik…

Aynı mahallede birlikte yaşayan ve aynı okula giden öğrenciler birbirlerine karşı neden bir imrenme duygusu beslesinler? İlk defa okulda karşılaşmıyorlar ki? Üstelik adrese dayalı kayıt sistemiyle bu durum daha da netleşti.

Bir diğer husus ise önlük veya okul formalarının velilere yüklediği maliyettir. Günlük yaşam ihtiyaçları dışında ayrıca okul için kıyafet almak, velilere ekonomik anlamda bir yük getirmektedir. Her yıl yaklaşık on beş milyon ilköğretim ve ortaöğretim öğrencisinin ders başı yaptığı hangi ülkede okul kıyafetleri bir sektör haline gelmez?

ÖNLÜĞÜN PSİKOLOJİK ETKİSİ

Çocuk psikolojisini etkilediği doğrudur. Ancak şu şekilde: “Okul, neden beni sevdiğim bir kıyafetle kabul etmiyor?” Bu sorunun karşılığı çocukta ‘okulu sevmeme’ duygusunu körüklemez mi? Nitekim serbest kıyafet uygulanan pilot (Eskişehir) okullarda devamsızlıkta belirgin bir düşme gözlenmiştir. Sokakta veya evde kendi tercih ettiği bir kıyafeti giyen çocuk, o renkli dünyasını bir anda silen, diğerlerinden farksızlaştıran önlüğü sevmiyor. Bunu veliler ve eğitim çalışanları her gün gözlemlemektedirler… Öğrenci okula önlükle gitmemek için yalan söylemeye itilmektedir.

İnsan kendine yakışan ve rahat ettiği bir kıyafeti giymek ister. Psikologlar bir gün içinde birkaç defa kıyafet değiştirmenin “verimlilik ve ruh sağlığı” açısından gerekliliğini vurgulamaktadır. O unutulmaz bayram sevinçlerinin en büyük paydası yeni giyilen bir kıyafettir.

İlköğretim çağı, çocuklar için oldukça hareketli bir dönemi kapsar. Öğrencilerin sivil kıyafetle girebildikleri tek ders olan “Beden Eğitimi”ni çok sevmelerinin altında sadece top oynama isteği mi vardır? Öyle olsa bile bizim diğer derslerin müfredatında bir geliştirmeye gitmemiz gerekmez mi? Okulun veya Milli Eğitim Bakanlığının asıl amacı öğrenciye okulu sevdirmek değil midir? Tüm dünyası “rengârenk hayaller” ve “sevgi” olan bir çocuk; sevmediği bir dersten veya okuldan ne alabilir?

Çocuklar için herhangi bir konuda kendilerinin karar vermesi çok önemlidir. Bu,”ben varım” mücadelesinden kaynaklanır. Çocuklar belli bir yaşa kadar kendi varlıklarını çevresine ispatlama kaygısındadırlar. Yetişkinlerin bu durumlarda takındıkları tutum onların kişilik gelişimi için son derece önemlidir. Pedagoglara göre, ikiz çocuklara bile aynı kıyafetlerin giydirilmesi kişilik gelişimini olumsuz etkilemektedir. O halde tüm sınıfa aynı önlüğü giydirmenin nasıl olumlu bir sonucu olabilir?

Nerede ne giyeceğine asla değiştirilemez şekilde başkaları tarafından karar verildikçe, çocuğun kendi özgüveni sarsılacak ve “aslında ben bir hiçim” diyecektir. Bu değersizlik duygusu ileri yıllarda sosyal yaşamında sağlıklı ilişkiler kurmasını da engelleyecektir.

Tek tip kıyafet (forma) eski doğu bloku ülkelerinde uzun yıllar uygulanan, gelişmiş Avrupa ülkelerinde ise çoktan terk edilen bir uygulamadır… Çünkü tek tip kıyafet uygulamasının “ülkedeki insan kaynağının hedeflenen yönde gelişimine hiç bir katkı sağlamadığı anlaşılmıştır.”

AMAÇ EŞİTSİZLİĞİ GİZLEMEK DEĞİL

Edilgen, itaat eden, araştırmayan ve sorgulamayan bir insan tipinin temelini atmış oluyoruz tek tip kıyafetle…

Yeni ilköğretim müfredatında öğrencilere ‘proje’ ödevleri veriliyor. Amaç; araştırma yapması, kendini geliştirmesi ve yine kendini ifade edebilmesidir. Daha baştan diğerlerinden farkı olmadığını düşünen bir öğrenci, gerçekte de gördüğümüz gibi bu tür ödevleri “angarya” olarak değerlendirecektir. Bir buluş yapılacaksa, kendine kıyafeti ve müfredatı seçen otorite yapacaktır ona göre… O sadece kurallara uyacak, ödevini yapacak ve dersini iyi dinleyecektir. Görüldüğü gibi tek tip kıyafet uygulamasının eğitim sistemimizin önünü açıcı hiç bir etkisi yoktur. Aksine öğrencileri önemsizleştirerek bireysel yeteneklerini köreltici bir etkiye sahiptir. “Birey olma” sürecine de olumlu bir katkısı yoktur.

Bütün bunlara rağmen “neden önlük?” sorusuna bile net bir cevap bulmak artık imkânsız hale gelmiştir. Tek tip kıyafetteki amaç, öğrenciler arasındaki sosyal eşitsizliği gizlemek olamaz. Zaten eğitimle onları sosyalleştirmeyi amaçlamıyor muyuz? Sosyal hayatta hepimizin kıyafeti Brezilya dizilerindeki oyuncuların kıyafetleri gibi mi? Sosyal hayattaki ve bireyler arasındaki “farklılığı” nereye kadar gizleyebilirsiniz? Bu anlayışın çağdaş eğitimle uzaktan yakından alakası yoktur. Yoksa “çocuklar üzerini kirletince velilere yük olmasın” mı diyoruz? Elle tutulur hangi bahanesi vardır önlükte ısrar etmenin?

Küçülen dünya bize değişmemizi buyuruyor. Bir ülkenin geleceğinin en iyi göstergesi insana yaptığı yatırımdır. Çağdaş, güçlü ve tarihe yön veren bir Türkiye özlemindeysek ilk adımı çocuklarımızın eğitimiyle atabiliriz.

https://www.yenisafak.com/yerel/goruntude-esitlik-icerikte-itaat-138269

( Bu makale  Yeni Şafak gazetesinin  6 Eylül 2008 tarihli baskısında yayımlanmıştır.)