HİMMET KARATAŞ

Bir Varmış Bir Yokmuş

HİMMET KARATAŞ - Bir Varmış Bir Yokmuş

Haki Yeşil Gömlek / Hikaye

Nicedir haki yeşil bir gömlek alacaktı.

“ Üzerimde nasıl durduğuna bakıp bana yardımcı olabilir misin? ” demişti.

İşler güçler derken epey bir aradan sonra vakit bulabildik.

Sisli bir kasım günü.

İçinde onlarca butik dükkanların olduğu alış veriş merkezinin önünde tur minibüsleri dikkatimizi çekiyor.

Tüketim turizmi de vardı demek.

Hes kodu, ateş ölçümü alıştığımız sıradan işlemlerdi artık. Tıpkı maske gibi.

“Maske takmak iyi oldu aslında.” dedi. Durup “Ne diyorsun?” der gibi baktım.

“İnsanları daha iyi anlıyorum. Maskeli yüzleri daha sevimli geliyor. Yalnızca gözleriyle kurduğum temas bana yetiyor.”

Haklıydı. Uzun süre maskeli gördüğümüz bir insanı, çay içmek için maskesini indirince farklı biriymiş gibi bir kırılma yaşadığımız anlar olmuyor değildi. Maske takılmadığı zamanlar insanların sözlerine daha çok önemsiyor ve çoğunca yanılıyordu insan. Karşısındakine kolay güvenen bir karakteri vardı. Belki de bu yüzden iş yerinde, kardeş bildiği arkadaşlarından, üyesi olduğu sendikadan ihanetin her türlüsüne maruz kalmıştı. “Dostluğun da düşmanlığın da bir ahlakı olmalı.”diyordu.

Salgın başladığından beri alışverişe çıkmamıştık nerdeyse.

Fiyatlar çok değişmiş.

Raftaki uzun kollu gömleklere odaklandık.

Haki yeşil istiyordu.

Uzanıp aldı.

“Kumaşını eliyle yokladı. Yaka numarasına göz attı sonra. Renkte zaten kararlıydı.

Deneme kabininde giyinip çıktı.

“Nasıl?”

Aynası bendim onun.

Aynalara güvenmemesinin bir nedeni olmalıydı. Bunu benim fark ettiğimi biliyordu sanki.

“Tam sana göre” dedim. “Omuzlar, kol, bel… Süper. Yakıştı ha!”

Gülümsedi. Gözlerinden ve maskedeki küçük kıpırtıdan yayıldı o sıcaklık.

Pazarlık yapmadı. Yapamazdı. Etiket fiyatı o malın ederi neyse o olmalıydı. Kimse fahiş bir fiyat yazmazdı ona göre. Başka türlüsü aldatmaya girerdi.

Gece mi gündüz mü pek anlaşılmayan ışıklardan yorgun düşen gözlerimiz kapıları arıyor. Fotoselli kapıdan dönerek çıkıyoruz.

Telefon geldi. Sağlık Bakanlığı.

Temaslıydı. Canı sıkıldı.

“Gidelim !”dedi. Ev hapsinde okuyacağı kitaplardan bahsetti arabada.  Tolstoy hayranıydı.

“Ivan İlyiç’in Ölümü’nü tekrar okuyacağım “, dedi. “Telefonu da kapatsam iyi olacak bir süre. Alışkanlıklarım değişiyor, yorgun düşüyorum.”

“Hadi geçmiş olsun, üzme kendini. Ne olursa olsun moralini bozma e mi?”

Adımları ne kadar naifti…

Arkasından uzun süre baktım. Neden bilmiyorum içimde tarifsiz bir tuhaflık vardı. Böyle ansızın insanın gırtlağına çöken bir ağırlık…

Günlük vak’a sayıları,  aşı konusundaki dünya gündemi, kira fiyatlarındaki artış, kredi kartının hesap kesim tarihi, salı pazarından alınacaklar listesi, yeni mobilyaların seçimi, ev taksidi ve ertelenen onca eş dost akraba ziyareti.

Haftalar ellerimde ufalanıyor “demişti, Atilla ilhan.

Öyle oldu. Artık hiçbir şeye yetişemiyordum.

Sanki yıllar geçtikçe gök kubbe çaresizlik olarak kapaklanıyordu insanın üstüne. Alçalan bir gök altında, sade bir sonbahar hüküm sürüyordu.

Yine de insan her şeye alışıyor, iş hayatının kuru gürültüsüne kapılıp gidiyor.

Hatta dost bildiklerinin ihanetlerine bir dalgakıran gibi göğüs germeye de alışıyor.

Her zamanki gibi yorgun, düşünceli eve dönerken, şu üç günlük dünyada insanların birbirinin kanını emercesine ihanete, hırsa, yalana, iftiraya kapılıp gitmelerine bir türlü anlam veremiyordum. Haydi karşındakini yalanla dolanla aldattın. Ya her şeyi bilen, gören, her şeyden haberdar olan Allah’ı? Ruz-i mahşerde nice olur halin, düşünmez misin?

İyice dalmış olmalıyım ki aniden yola çıkan bir genç çöp konteynırı ile arabam arasında kıl payı tutundu. Eski branda ile çevreleyip büyüttüğü el arabasında topladığı plastik atıklar vardı. Göz göze geldik. Haki yeşil gömlek takıldı gözlerime. “Abi biraz yavaş ol” der gibi baktı. Tam arabasını omuzlayıp çekecekti ki:

“Gömlek güzelmiş,” dedim.

Ensesi güneş yanığı genç, yarı mahcup, gülümsedi. El arabasının küçük tekerini ayak ucuyla iterek:

“Geçen gün komşular getirdi.” dedi. “Rahmetli hiç giyememiş.”

 

Balkondaki Ağaç / Çocuk Edebiyatı Hikaye

Şehrin kenar mahallesinde bir apartmanın beşinci katında yaşıyorlardı.  Apartmanlar, okulda tek sıra olmuş çocuklar gibi yan yana duruyordu. Yüksek binaların arasında bir boş arsa vardı ve ağaçlarla doluydu. Balkondan bakınca görünen bu ağaçlar, çevredeki tek güzellikti. Gölgesinde köpekler uyur, çocuklar oyun oynardı.

Bir gün annesi balkona büyük bir saksı getirdi. Bir çam fidanı dikti. Evdekiler Ömer dışında  buna karşı çıktı ilk başta.

– Balkonda ağaç mı olur? Hem kuvvetli rüzgâr onu yaşatmazdı.

-Kokusu, gölgesi lazım bize, dedi annesi. Ağaç demek temiz hava demekti. Bu ağaç burada büyüyecek!  Ömer elleriyle doldurdu saksıya toprağı.

-Marketten toprak alacağım aklıma bile gelmezdi, dedi annesi. Can suyu verdiler.

Ömer, küçük çam ağacına en çok kuşların konmasını istiyordu.

-Beraber şarkı söyleriz anne, dedi. Ben her sabah onların şarkısıyla uyanıyorum. Çok neşeliler.

Kuşlar her sabah evlerinin yanındaki boş arazideki andız ağaçlarına konuyor, oradan şarkı söylüyorlardı.

Ömer serçeleri göstererek:

-Anne bu kuşlar neden bizim balkonumuzda gelmiyorlar? diye sordu.

Annesi müşfik bir tebessümle oğluna baktı. Yanağını okşadı.

-Çünkü yuvaları o ağaçlarda. Onların da bizim gibi yuvaları, yani evleri var. Hatta yavruları da…

Ömer, yavru kuşları düşündü. Yavruların da ayrı odası var mıydı? Acaba onlar da ana okuluna gidiyor muydu? Uçmayı, yiyecek toplamayı nasıl öğreniyorlardı?

-Kuşlar resim yapmayı sever mi anne? dedi.

-Onlar uçarken resim yaparlar oğlum dedi, annesi gülümseyerek. Tıpkı senin gülüşün gibi.

Aradan günler geçti. Çam ağacı boy verdi. Dallandı, büyüdü.

Bir sabah büyük bir gürültüyle uyandı Ömer. Karşıdaki ağaçların olduğu arsa kepçe ile kazılıyordu. Ağaçlar kesilmiş, kökleri sökülmüştü. Her yer toz duman olmuştu.

Anne! dedi Ömer, kuşların evlerini yıkmışlar.

Birlikte göğe baktılar. Çok yükseklerde dönüp duran kuşlara…  Sonra yerle bir olan ağaçlara, yuvalara…

O gün akşam balkondaki çam ağacına iki kuş geldi. Gagalarında kuru otlar vardı.

-Anne bak, dedi Ömer. Kuşlar artık bizim ağacımıza geldi!

-Evet, dedi annesi titreyen sesiyle. Oğluna sarıldı.

– Başka gidecek yerleri kalmadı ki…

https://yitikbavuldergisi.com/2021/09/22/balkondaki-agac-sayi-3/

İçimizdeki Güneş* / Hikaye

mistikozan_sonresim

Gittiğinizde aylardan hazirandı.

Bir duvar olup öylece baktık ardınızdan.

Değişiverdi köyümüzün iklimi öğretmenim. Belli ki gülümsemediniz bize son bakışınızda. Gözlerinizi hiç öyle matemli görmemiştik çünkü.

Kara bulutlar dolaşıyor şimdi gök kuşağının önünde. Güneş üşüyor öğretmenim! Üstüne çekiyor bütün bulutları. Üşüyoruz hep birlikte. Ah en kötüsü de bu öğretmenim, güneşimiz de gitti sizinle. Ağaçlarımızdan kuşlar da. Kara kışa sürüklendik. Kar yağdı, kapandı yollarımız.. Sustu içimizin şarkıları. Şarkılar susar mı öğretmenim, kuşlar susar mı? Sustuk işte…

Zil çalmadı bir daha. Bir daha dokunamadık masanıza. Kapıya elimizi süremedik. Sıralar, sınıflar hatta okulumuz bile küstü bize.

 

Ne çok bekledik sizi bilseniz.

Sanki her an çıkıp gelecektiniz. Meselâ iğdeler çiçek açtığı zaman…. Nereye baksak siz vardınız. Köyümüze gelen bütün arabalardan siz çıkıyordunuz.   Derse başlıyorduk birlikte… Kederden zerre kalmıyordu yüzümüzde

“Günaydın!”demenizi bekledik her sabah… Bu sözcüğü kim böylesine güzel söyleyebilir ki… Konuştuğunuz her kelime büyülüyordu adeta bizi… Sesinizin çağıltısından, okuma arzusuna  düşmüştük bütün kitapları…

Hayır, gitmemeliydiniz öğretmenim.

Hiçbir şeyi yarım bırakmazdınız siz. Bir masal ülkesine götürmüştünüz bizi. Uçsuz bucaksız çiçek tarlalarında kelebekler gibiydik. Dertsiz tasasız süzülürdük engin maviliklerde. Kimi zaman takılıp giderdik bir şarkının kanatlarına. Bir güzellik müjdesi gibi inerdik yeryüzüne sonra. Sanırdık ki günlerimiz hep böyle güzel geçecek. Neşemizle doldurup köyümüzü, tedirgin yüreklere umutlar yüklemiştik.

Sadece okumayı yazmayı değil, yürümeyi de öğrettiniz bize. Dik durmayı da… Yürümenin bile bir sanat olduğunu bilmiyorduk oysa… Hayata attığımız ilk adımda elimizden tuttunuz.-Ki kalem tutmaktı bu ilk adım- Kendi ayaklarımız üstünde durmayı ve hep bağışlamayı öğrendik. Bir merhamet ateşiydik sizinle köyümüzü ışıtan ve ısıtan.

Bir şey daha var öğrettiğiniz öğretmenim…

Bunu siz gidince daha çok anladık. Sevmeyi… Önce kendimizi, sonra herkesi dostça sevmeyi… Bizimle çoğalan tarifsiz bir güzelliğiniz vardı. Her mevsim çiçekler açardı bu yüzden bahçemizde. Yarışırdık topladığımız çiçekleri size verebilmek için.

Sahi öğretmenim, hepimizi nasıl alırdı yüreğiniz? Böylesi bir yürek kimde vardır başka? Sığınılacak güvenli bir limandı bizim için gülen gözleriniz. Bir gül yaprağıydı elleriniz. Tek tek dokunup okşarken başımızı. Bu yüzden, sarsılmaz bir inançla koşardık size her sabah.

Her sabah bahçemizde bulurduk sizi. Kimi zaman ağaç dikerdik birlikte, kimi zaman çiçek. Yeni getirdiğiniz kitapları paylaşırdık sevinçle.

Sonra kitaplarda yazmayan bir şey oldu.

Gittiniz öğretmenim. Kırıldı zambakların boynu.

Günler, aylar geçti…

Gün oldu yorgun düştük ufuklarda sizi aramaktan. Kırlangıçlar geçti gözlerimizin önünden, göçmen kuşlar geçti… Bir kez olsun geçmediniz, kurudu göz pınarlarımız. Sararan saçlarımıza döndü gökyüzü…

Kim tutacak şimdi ellerimizden? Kim gösterir bize yağmurdan sonra açan güneşi, gökkuşağını? Hayallerin hayat üzerine dağılma özelliğini kim ama kim?.. Sizi görmeyen gözlerimiz nasıl bulacak aydınlığı? Nasıl gülebiliriz gül bahçenizde siz olmadan? Bir gül

yaprağıydı elleriniz, saçlarımızı okşarken. Nasıl da hızlı büyümüştük sevginizle?.. Herkesi şaşırtan bir gizemle! İşte öylece kaldık zamanın dışında.

Evet, yaramazdık..  Çiçek vermek için nasıl yarıştıysak öyle yarışırdık sizi üzmede! Bunu sonraları anlamış olmak öylesine acı veriyor ki…

Kapanmadı Ali’nin alnında açılan yara. Siz sarmadınız çünkü… Ayşe, hep zamanında yaptı ödevlerini… Daha çok yıldız almak için sizden. Artık hiçbir oyunda kavga çıkarmadım ben… Ama siz görmediniz. “Günaydın!” demek bile acıtıyor artık küçücük yüreğimizi. Acı yoktu oysa derslerimizde. İçimize asla sığmayan o güzel günlerimizde böyle bir kelimeye yer yoktu.

İşte bunun için öğretmenim, bir söz vermiştim kendime siz giderken.

“Okuyup, ben de öğretmen” olacaktım.

Ali’nin alnındaki yara kapansın diye öğretmenim, ellerim bir gül yaprağı olsun diye “öğretmen” oldum ben de…

Anladım ki güneş içimizdeymiş öğretmenim.

  • Meb Eğitim Dergisi  Sayı 114/115  Himmet KARATAŞ

Çocuk Edebiyatı / Öykü

Kara Karınca Tatilde

Bir yaz günü daha başlıyordu. Henüz güneş doğmamıştı. Yapılacak çok iş vardı. Fakat Kara Karınca bu gün başka bir şey düşünüyordu.

Bay karınca Ağustos böceğinden sıkılmıştı.

Her zaman adı onunla birlikte anılıyordu.

Sabah erkenden çantasını hazırlayıp denizin yolunu tuttu.

Kıyıda esneyen bir yengeç ona gülümsedi:

“Günaydın, sen de kimsin?”

“Ağustos böceğinin arkadaşıyım.”

“Ah, evet okuldayken okumuştum. Sen çok çalışkan birisin. Güzel bir hikâyeydi. Demek tatile geldin?”

Evet, dedi Kara Karınca: “Bir gün olsun dinlenmek benim de hakkım.”

Bu arada Kara Karınca şemsiyesini açmış, mayosuyla denize dalmıştı bile.

Masmavi sularda bir yaprak gibi yüzmek ne güzeldi. Bütün bir yılın yorgunluğu uçup gitmişti gökyüzüne.

Kara Karınca biraz sonra güneşlenmek ve kitabını okumak için kıyıya çıktı. Cep telefonu durmadan çalıyordu.

Arayan kim olabilirdi ki?

Aceleyle havluyu üzerine örttü.

Ağustos Böceğiydi telefondaki:

“Nerdesin kardeşim? Kaç saattir gelmedin. Evine kış mı geldi yoksa?”

Kara Karınca telefonu yanına aldığına pişman oldu. Tatilin keyfi kaçıyordu.

“Ben, denizdeyim!” diye cevapladı..

Ağustos Böceği kısa bir şaşkınlıktan sonra : “Denizde ne arıyorsun? Senin yiyeceğin buğday orada olmaz ki!”

Kara Karınca yine kısa cevap verdi. Canı konuşmak istemiyordu. Bir gün bile olsa yalnız kalmak, dinlenmek istiyordu.

“Tatile çıktım.”

Ağustos Böceği şoka girmişti. Karıncaların tatile gittiğini hiç duymamıştı.

“Bekle geliyorum!” dedi.

Kara Karınca telefonu çantasına koydu.

Güneşin altına uzandı. Dalgaların sesiyle bir güzel uykuya daldı.

Çok geçmeden Ağustos Böceği şemsiyenin teline konmuş vızır vızır ötüyordu.

Kara Karınca ona birlikte yüzmeyi önerdi.

O gün iki eski dost akşama kadar yüzüp eğlendiler. Satıcıdan haşlanmış mısır alıp yediler. Birlikte kitap okudular.

Ağustos Böceği hiç şarkı söylemedi. Denizin sesini dinledi sadece.

“Müthiş bir müzik…” dedi içinden. Gözlerini kapadı. Her şey maviydi.

21.02 2008  Himmet KARATAŞ

Öykü

Kasımpatılar Açarken

Okulumuza müdür olarak atandığında akasyalar çiçek açıyordu.
Yıllardır bu günü bekliyormuş gibi şenlenmişti bahçemiz. Demek umudun ve sevginin topraktan fışkıran filiziymiş çiçekler.
Umuda büründük biz de…
.
Öğretmenler kurulunu topladı.
Kendini kısaca tanıtırken mütevaziydi. Vatan haritasında bir yer gösterdi ve idarecilikle başlayan çetin çalışma şartlarını anlattı. Öğretmenlere takım arkadaşı gözüyle baktığı belliydi. Kaybedilen özgürlükleri geri veriyordu sanki. Bunu arkadaşlarımın gülümseyen gözlerinden anlayabiliyordum.
“Burada küçük bir ekibiz ve sizleri büyük işler yapmaya davet ediyorum” dedi.
Bir arkadaşım söz alarak; “Çay içemiyoruz, çay ocağımız var fakat çay yasak!” deyince, şaşırdı. “Şu saatten itibaren çay serbest!”
Dile getirilen tüm sorunlara akılcı çözümler sunuyor, ajandasına notlar alıyor, gelen misafirleri kapıda karşılıyordu
Küçük duyuruları bile öğretmenler odasına gelerek iletiyordu bize. Öyle eskisi gibi müdür odasında tek sıra hizaya çekilip azar işitmekte yoktu artık. Gülerek giriyorduk derse!

Hiç durmadı. Okulu gezip gözden geçirirken bakımsız sıralara, kırık dökük pencerelere ve duvar gazetesi şeklindeki Atatürk Köşesine bakıp bir iç geçirdi.
“Bu çocuklara layık bir okul yapacağım burayı” dedi.

Akasyaların özgürlüğümüze bir armağanı olmuştu kendisi..

Kıt imkânlarla büyük işler nasıl yapılır onda gördük.
İyi bir çevre incelemesi yaptıktan sonra:
“Arkadaşlar, bir yılsonu şenliği yapalım” dedi. “Yeterince potansiyelimiz var.”
Haklıydı. Öğretmen arkadaşlar arasında iyi bağlama çalan Merdan Bey vardı ki, tek başına şenliği yapabilecek donanımdaydı.

Bir haziran akşamı bütün kasaba halkı okulun bahçesindeydi.
Gönüllü veliler gözleme yapıyor, yanındakiler ayranla birlikte gözleme satıyordu.
Merdan bey saatlerce bağlama çalarak tüm Anadolu’yu türkülerle okulumuzun bahçesine getirdi sanki. Kah Sivas’ın yollarına, Kah Cemilem türküsüyle, Kezban Yengeyle, Topal oyun havasıyla davetliler coşmuştu…
Öğrenciler, veliler, öğretmenler tek yürek olmuştu. Bu birlikteliğin okulumuzu yenibaştan onaracak bir “elde”si olduğunu o an hiç düşünmemiştim.

Hizmet içi eğitim çalışmalarım nedeniyle karne günü ben de okuldan ayrıldım. Giderken yıpranmış sıraların ve sıvaları dökülmüş duvarların sesiz çığlığını duyar gibiydim.

Koca bir yaz yolum düşmedi okuluma. Memleket havasını özlemiş olmalıydım.

Döndüğümde akasyaların çiçekleri de solmuştu. Müdürümüzün mahkeme kararı görevinden ayrılacağını bizden önce duymuştu ağaçlar. Kuşlardan mı aldılar haberi bilmiyorum.…

Eylülün ilk günlerinde okula geldiğimde gözlerime inanamadım…
Pırıl pırıl boyalı duvarları, tertemiz koridorları, yenilenmiş sınıfları ve dahası yeni Atatürk Köşesini görünce; “Bu bir rüya!” dedim. “Olamaz, bu kadar zamanda bunlar yapılamaz.”

Koşarak sınıfıma çıktım. Sıralar gülümsedi yüzüme. Zımparalanıp, cilalanmıştı. Başımı yukarı kaldırıp bakın, oracıkta kalakaldım: Yıllardır hayalini kurduğum projeksiyon tavana takılmış beni bekliyordu. Masamda çift işlemcili pırıl pırıl bir bilgisayar!
Bir nefeste diğer sınıflara koştum. Hepsinde projeksiyon vardı. Üstelik tüm sınıflar boyanmış, duvarlara fayans döşenmişti.
Teşekkür için odasına girdiğimde birkaç tane veli öğrenci kaydı için gelmişti.
İşlemlerin bitmesini bekledim.

Hemen arkasında Atatürk’ün şu sözü asılıydı: “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır!”

“Çalışmalarınızdan dolayı çok teşekkür ederim, müdür bey” dedim.
“Rica ederim. Biz ne yaptık ki?”dedi.
Okulun bahçe düzenlemesine değindi. Bahçe duvarı ile ağaçları orta kaldırım taşları ile çevirerek çiçek ekeceğini söyledi.
“Hangi çiçeği seversin Muhittin bey?”
“Kasımpatı” dedi arkadaşım. Demez olaydı. O benim çiçeğimdi.
Bir kaç gün içinde bahçede peyzaj çalışmaları başladı.

Okullar açıldığında yaz boyunca okulumuzun yaşadığı değişime velilerin de ağzı açık kalmıştı. Kimi; “Madem bu kadar iş yapılabiliyormuş, neden yıllarca beklenildi?” diye sitem bile ediyordu.
Müdürümüzün beş ayda yaptığı çalışmalar bölgemizde dilden dile dolaşmaya başlamıştı bile. Daha önce; “İki yılım dolsa da tayin istesem” diye düşünen arkadaşlar, teknoloji üssüne dönüşen sınıflarını bırakmak istemiyorlardı artık…
Sınırsız ve ücretsiz fotokopi imkânına kavuşmuştuk. Her öğrenci için sınıflara yapılan dolaplar sayesinde çocuklar çanta taşımaktan da kurtulmuştu

Dersleri internet ve projeksiyon destekli işliyorduk. Müthiş keyif vericiydi. Sunularla renklendirilen dersler artık sıkıcı değildi öğrencilerim için. Çünkü yüzleri gülüyordu. Verdiğinin alındığını görmekten başka ne mutlu edebilir ki bir insanı? Mutluyduk.
Sanıyorduk ki bu hep böyle sürecek…
Çiçeklerle donatılacak bahçemiz. Dört mevsim çiçeğe duracak okulumuz sanıyorduk.
Bir kara haber geldi. Yıkıldık…
Soğuk bir kasım günü, kasımpatılar açarken müdürümüz görevinden ayrıldı.

Masanın etrafına toplandık.
“Yemek söyledim arkadaşlar. Biliyorsunuz, ben buradaki görevimden ayrılıyorum, kısa bir değerlendirme yapacak olursam; okulun tüm imkânlarını sizlerim hizmetine sunmaya çalıştım. Bu arada kırıcı olduysam özür dilerim.”
Gelişiyle çiçeklenen gönüller yıkılmıştı üzüntüden.
Galiba en çok özgürlüğümüzü geri verdiği için sevdik onu. Tüm yetki ve imkânlarını bizim için kullanarak bize verdiği değeri göstermişti.

Yemekten sonra bahçeye çıktık. Onu yolcu edecektik. Çiçek tarhlarına baktı… Kasımpatılar açmıştı…
“Muhittin Bey” dedi, “iyi bak onlara.”
Muhittin Bey omzuma yaslandı, tutamadı kendini…
Bir anda kalabalığın ortasında kalmıştık. Öğrenciler: “Gitme! Gitme!” diyerek alkışla tempo tutuyor, veliler bir buket çiçekle teşekkür ediyordu.
Çiçeklerle gitti… Pırıl pırıl, örnek bir okul bırakarak geride.
Okulumuzun gülen yüzüne kasımpatıların hüznü düşmüştü.

Sınıfa döndüğümde projeksiyon perdesinde kasımpatılar sallanıyordu.
“Öğretmenim!” dedi Gürkan: “Ben bu çiçeği seviyorum!”
Kucakladım, öptüm onu.
“Ben de çocuğum, ben de…”
“Baharda her yer çiçek açar öğretmenim, önemli olan Kasım’da, kışa karşı açmak! Müdürümüz Mehmet Bey’den öğrendik bunu. Bu yüzden seviyorum kasımpatıları!”

O gün, öğrencilerimin çizdiği kasımpatılarla süsledik sınıfımızı.
Bir türlü akşam olmadı…

Himmet KARATAŞ