HİMMET KARATAŞ

Bir Varmış Bir Yokmuş

HİMMET KARATAŞ - Bir Varmış Bir Yokmuş

HİKAYE

Uyku Senin Olsun Ey Gece

Kavurucu bir temmuz sıcağında kışlanın kapısından ayrılırken suskundum. Bir iki çift elbiseden ibaret çantamdan daha ağır bir yük taşıyordum çünkü. Tam yirmi bir yıldır haber alınamayan bir genci, annesine müjdeleyecektim.
Bunu kendisi rica etmişti benden. Aynı bölükte gün saydığımız, uygun adım yürüdüğümüz saatleri bitmek bilmeyen günlerin birinde açılmıştı bana.
“ Sizin köyde Gülşen Uysal adında bir hanım var mı? ”
“ Evet? ” demiştim biraz şaşkınlıkla.
“ İşte o benim annemdir! ”
“ Nasıl olur? Hem,senin memleketin Avanos değil mi? ”
Kendine yirmi bir yıl sonra anlatılan hikayesini bana aktardığında tüylerim diken diken olmuştu. O kadını tanıyordum. Hiç çocuğu yoktu. Tek başına yaşıyordu. Hikayeyle bütünleştirince resim tamamlanıyordu sanki.
“ Askerden sonra oraya döneceğim. Beni evimize sen götüreceksin unutma, ” derken Kızılırmak’ın çağıltısı karışıyordu sesine. “ Çünkü seninle her şeyimi paylaştım ben ” diyordu duruşuyla. “ Unutma dostuz…”.
“ Dost yükünden daha ağır yük olur mu Uğur? ” Bu ne hoş ağırlıktır ki kısaltıyor mesafeleri. Bütün işlerim rast gidiyor. Hatta otobüste bile orta yerlerden boş koltuk buluyorum. Demek sade kara haber tez yayılmıyor. Hayırlısı da hızlı.
Gece boyu son şafağı beklediğimden başımı cama dayar dayamaz gözlerim ağırlaşıyor. Belli belirsiz bir marş çınlıyor kulaklarımda… “ Yaslı gittim şen geldim. Aç gönlünü ben geldim…”
Kayıp oğul hikayesiyle değişiyorum koltuğumdaki yerimi.
Ilık bir temmuz akşamı…Gülşen Hanım balkondaki çiçeklerine su veriyor. Evin önündeki küçük bahçede biberler, fesleğenler, patlıcanlar da yeni sulanmış. Beni görünce içeri koşuyor. Mutlaka anneme müjdesini verecek. Bu adettir bizim köyde. Uzun bir ayrılıktan sonra geleni ailesine kim ilk müjdelerse mutlaka bir hediye verilir. Evin önünde biraz bekliyorum. “Acaba önce evimize gitsem, biraz dinlendikten sonra mı gelsem? ” diye bir çelişkiye kapılmışken kapıda görünüyor. Böylesi bir haber hiç bekletir mi insanı?
“ Hidayet!..Hoş geldin…” diyor , o tanıdık sevinçle.
“ Müjdeni ilettim annene. ” Gülümseyen yüzüm,yükümün ağırlığıyla eğiliyor ayak uçlarıma…
“ Eksik olmayın , ” diyorum. “Bir de bendeki müjdeyi verebilsem size …Nasıl başlayacağım …Allah’ım yardım et.”
“ Gelsene, ” diyor. “ Soluklan biraz. ”
Balkondaki ağaç tabureye oturuyorum. Bir bardak soğuk su ikram ediyor. “ Hay ellerine sağlık Gülşen Hanım teyze. ”
Yol kenarındaki incirlere takılıyor gözlerim, suyu içerken. Sarı sarı ,bal damlayan incirler…Tozu toprağı, sokağıyla gülümsüyor bana köyüm…Kolay mı onlarla büyüdüm ben… Ve bir gün ansızın çekildim aralarından. Marş söylemeye, uygun adım yürümeye başladım. İlk kez takvimlerin üstünü çizdim tek tek. Nerde bir bakraç sesi duysam çocuklaşırdı yüzüm. Sürüler geçerdi köyümün yamaçlarından. Şen şakrak çoban türküleri çınlardı kulaklarımda. Bu yüzden marşlara kolay alışmadı dilim. Bir özlem denizinde kıyıya varmak için kulaçlardım kışlanın kenarlarını. Galiba en çokta bağdaş kurup yemek yemeyi özledim.
Yorgunluğum omuzlarımı çökertiyor. Botlara alışan ayaklarım yalın ayak topraklara koşmak istese de…Aklım kuracağım ilk cümlede.
“ Neden habersiz geldin? ” diyor etrafı toplarken.
“ Sürpriz olsun istedim. Dört gün yol verdiler, anlayacağınız …erken geldim. ”
Ne zaman hazırladı bilmiyorum kahveyi…Fincanların biri fazlaydı. Şaşkınlığımı anlamış olacak ki;
“ Annen geliyor” . dedi. “ Birisi onun. ”
Buna çocuklar gibi seviniyorum. Çünkü annem yardımcı olabilirdi her şeyi anlatmama. Bir kaç yudum kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Nicedir özlemişim akşam vakti içilen kahveleri. Bu telveye karışan tat, uygun adım yürümeye ayarlı adımlarımı bile değiştirecek güzellikteydi. Ki annemin gelişi doğruluyordu bunu. Birlikte bir çağlayana dönüşüyor sevincimiz.
“ Oğlum! ”diyebiliyor annem sarılırken. İnsan en mutlu anında ne yaparsa onu yapıyorum. Susuyorum…
“ Yaşasaydı benim de asker bir oğlum alacaktı, ” dediğini duyuyorum bir ara Gülşen Hanımın.
Var, diyorum içimden. Hem de aslanlar gibi bir oğlun var!
“ Hidayet , ne oldu oğlum?” diyor annem, durgunlaştığımı görünce.
Kısa bir sessizlik buz gibi düşüyor sıcak temmuz akşamına.
“ Ölü doğduğunu söylediler. Soğuk bir evlat bastım bağrıma…”
“ O şimdi asker, Gülşen Teyze…Aynı bölükteydik…123 gün sonra buraya dönecek. Kendi evine…”
Gerisine dilim varmıyor…
Şaşkın bakışları yüzümde, öylece nefessiz kalıyor birden. İnanamıyordu. Cansız bir beden gibi yayılıverdi koltuğuna. Hiç kabuk bağlamayan yarası kanamıştı belli ki…Ama bir şekilde söylemeliydim ona. Anneme bile öz oğlunu göstermekten uzak, bu ağır yükten kurtarmalıydım kendimi.
“ Hidayet, çıkar şu ağzından baklayı! ” diyor annem, kolonyalı eliyle Gülşen Hanımın alnını ve şakaklarını ovuştururken.
Keskin bir kolonya kokusuna karışan karanlık, sokak lambalarıyla süslü bir kanaviçe gibi serpilmiş yollarıma. “ İstanbul’dan Alanya’ya gitmekte olan sayın yolcularımız…Kaptanınız yarım saat ihtiyaç molası vermiştir. Afiyet olsun…” Anonsu en az kolonya kadar açıyor zihnimi. Ceketimi kapıp dışarı fırlıyorum. Saat gecenin üçü …Bir kara haber gibi kuşatıyor bedenimi ayaz. Bütün düğmelerimi ilikliyorum. Sırrımı gecenin ayazına kaptırmayacak kadar ketum olduğumu düşünerek… Ay karanlık…Yıldızlara bakıyorum önce. Gece yolculuklarında hep zorlanmışımdır yön bulmakta. Fakat tesisin vitrinlerindeki sucuk ve kaymaklardan anlıyorum ki Afyon’dayız. Üzerimde kanıksadığım kışla kokusu ve içimde yuvasına uçmak isteyen bir kuş sevinciyle tek başıma bir masayı dolduruyorum. Servise hazır bekleyen masadaki tuzlukla oynuyorum. Ha bire çeviriyorum tuzluğu. Tanıdık kıyafetiyle çelimsiz bir garson dikiliyor yanı başıma.
“ Ne alırsınız? ”
“ Oğulotu! ”diyorum birden. Garson , peçeteleri ve tuzluğu düzeltirken ‘burası annenin evi değil’ der gibi bakıyor yüzüme.
“ Çay? ”
“ Pardon, kahve olsun lütfen, orta şekerli! ”
Uyumak istemiyorum çünkü.

Konya, 1997