“Hayat belki onu umursamayanların hakkıdır”
Böyle söylemişti bir şair. Evet, umursadıkça ağırlaşan bir şeydi hayat. Uçuruma sarkan bir kaya gibi yavaş yavaş sarkıyordu üstümüze. Aykırı bir adım atsak, kendimize özgü fakat hayata aykırı. Başkalaşım geçirecek sanki varlığımız. Bu yüzden iki arada bir derede devam ediyoruz zaman tünelindeki yolculuğumuza.
Bu güne kadar hayatla bir senedi ya da sözleşmesi olan birine rastladınız mı? Maalesef hayır. Fakat herkes bir sözleşmesi varmış gibi yaşamıyor mu? Gününden birkaç sayfa ayırmıyor mu sözleşme tarihine? O kutlu gün geldiğinde birikmiş anlar ve ertelenmiş yaşam parçacıkları rengarenk bir çelenge dönüşecek ve başarıyı simgeleyecek çünkü. “Aferin” diyecek hayat. “Beni umursadın. Ben de seni böyle ödüllendiriyorum. Al gençliğini yeniden yaşa! Kırlara koş, denizlere dal, yüzebildiğin kadar yüz… Git gidebildiğin yere!” Sonra üç adımda daralan nefesimizi görünce gülüp geçecek halimize. Gözlerimizin sönük ışığında bir yılan gibi yol bulacak kendine hayat. Bakıp kalacağız ardından. -Bu kadar önemsemişken, bana yapacağın bu muydu?- “Sen, her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat! Sevgilim olur musun?” Mısralarını da söylesek, yüzünü bile dönmeyecektir bize. Onun kaybolduğu ufuk, sert bir kayaya dönecektir yüzümüzde.
Kaybetmedikçe neyin kıymetini biliyoruz ki… İşte hayat bunu öğretiyor bize. Geri gelmeyenlerin güzelliğini. Fırsatlar sunuyor bazen, gizli ya da şifreli… Bazen arabamıza bir tuğla fırlatıyor kaldırımdan. “Dön bak etrafına, senden başkaları da var yaşayan!” Demek istercesine… Gözlerimize bir afiş gibi asmışken sözleşme tarihini. Görmüyoruz gürültüyle açan bir çiçeğin coşkusunu. Çiçeklere bile küsüyoruz. Bir güle küsmenin tarihini yazıyoruz durmadan… Bazen günü – ayı karıştırıyoruz telaştan. Bize kendimizi hatırlatan dostlarımızı da bir bir çıkarıyoruz listemizden… Fakat hayat bizi bir türlü beğenmiyor. Kalıyoruz rıhtımda bir avuç sızıyla. Sonra birkaç mısra daha dolanıyor dilimize: “Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden / Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden…”
Yaşamak direnmek değil midir bizi kemiren virüslere karşı? Her gün bizi biraz daha azaltan, sanal mutluluklarla bizi aldatan virüsler göğsümüzün mağaralarından çıkmadıkça hayatı umursamaya devam edeceğiz. Ve kazanan hep hayat olacak. Bizse kılıçları alınmış birer ‘Karaburun mağlupları’… Hayatın kuralları karşısında boynumuz kıldan ince… Geçeriz bir limandan başka bir limana, içimizde zafer düşleriyle.
Bütün varlığımızla, hatta zaaflarımızla dimdik durabiliyor muyuz hayatın karşısında?
O zaman belki tutumlu olmak gerekmeyecektir hayata karşı. Belki bir güne sığmayacak yürüyüşümüz. Yüzümüzde bir deniz resmiyle döneceğiz eve… Bir yığın çiçek dökülecek belki ceketimizin düğmelerini açınca. Gökyüzüne bakınca ay doğacak yüzümüzdeki denizden. Yaşamak coşkusu kollarımıza sığmayacak, sarsacak tüm kainatı…
Hayatsa horlandıkça ayağımıza sürtünen bir kedi gibi, ışığını gözlerimizden alan ayı seyredecek çatıda.
Bizde yaşamak coşkusu ırmaklara sesini verecek. Kat kat aşınacak sert kayalar, Ferhat’ın kazması bir gül ağacına dönüşecek… Umursamadan gülüvereceğiz hayata. Gülüşümüz denize düşünce çoğalacağız yeryüzüne sığmayacak kadar. Bütün çok satan kitapları ve reklamları hayatın gardırobuna kapatıp, yağmura açacağız penceremizi. Denize gül yağacak biz çoğaldıkça. Güzelliğin bir türevi olan çoğalmak, sonsuzluk istemi değil midir içimizdeki? Sonsuzluk, hayatın bir rozet gibi yakamızdan düştüğü ufuktan başka ne olabilir?
Evet, hayat onu umursamayanların hakkıdır!
Himmet Karataş