1980’lerin sonu. Lise yılları…
Ahmet Kaya Yorgun Demokrat…
Livaneli karlı kayın ormanında gece yolcusu iken
Selda Bağcan “Angarada anayasso.” Ve “özgürlük ve demokrasiyi çizmek” diye
12 Eylül Anayasasına efeleniyor, hariçten gazel okuyorlardı. Yıldızların altında ne hoştu…
“Eşitlik, özgürlük, parasız, laik eğitim! ” Gibi pamuk şekeri tadında sloganların takılı olduğu oltayı yutmamak herkese nasip olmazdı. Galiba onlardan biri de bu kalem sahibi… Neden? Çok ucuz ve samimiyetten uzak, kurnazca gelmişti bana bu balonumsu sloganlar, diyalektik materyalizm, sosyalizm, mosyalizm; makinalaşmak, trum trak! Ya da “yarin yanağından gayrı her işte ortak olmak…”
Oysa “sabah dağların kokusundan fabrikalar acıkınca…”
Yarasalar yerin karanlık mağaralarına kaçışırlar…
Hayat boyu “özgürlükten” “halktan, “halkların kardeşliği”nden ,”emekten” dem vuran arkadaşların iş gerçeğe döndüğünde nasıl totaliter birer halk düşmanına dönüştüklerini trajik biçimde gözlemledik..( Son örnek: müstemleke mizah atı bir paçavra -adılazımdeğil- muhtarla selfi çeken cumhurbaşkanı kapağı ile, bu milletin seçtiği cumhurbaşkanı ile yine bir seçilmiş olan “muhtar” a bile tahammülsüz olduklarını açık etmediler mi? Bu, halk düşmanlığının safraya sirayet etmiş şekli değil midir?)
“Yaşasın halkların kardeşliği” sloganları ile apartman camlarını patlatan figüranların iş kardeşlik projesine, hakiki barışa geldiğinde nasıl zombilere, canlı bombalara döndüklerini Rosetta uzay aracından bile gördü dünya alem…
Mesela “Parasız Eğitim ” pankartlarıyla ömür çürütenlerin ön saflarda koşarak nasıl mantar gibi Kolejler açtıklarını; açarken de “ezilenler sınıfı oluşturduklarını”, onların yüzüne bıyık altından gülerek “hepimiz eşitiz, ama bazıları-biz- daha eşitiz!” dediklerini Orwell kadar biz de teyit ettik… (Hayali devrimler ne kötü be birader!)
“Angarada anayasso” diyenlerin, yahut türkülerde geceleyip üsütne işkembe içenlerin iş yeni Anayasaya gelince nasıl “Evrenin ruhuna sarıldıklarını” kızılcık şerbeti içer gibi gördük, yaşadık… Doktorumuz diş eti kanaması dedi. Macunumuzu değiştirdik!
12 Eylüle, darbeye lanet okuyup; 28 Şubatta tencere tava çalıp Sincan’da tankları alkışlamak hangi perhizin turşusundandı?
27 Nisan’da “Ordu Göreve” marşıyla yatıp kalkmak nasıl bir psikozdu?
12 Eylül yargılansın diye rol gereği gırtlak patlatmak, ama Evren milli irade gücüyle yargı karşısına çıkınca: “Bu tiyatro, yargılayamazlar ki..pışşk!” diyerek kendini inkar etmeyi hangi bilim açıklayabilir?
Sonra Geziye geç, tomaya göğsünü aç! “Zeka bende aptallık bende” şarkısı söyle…
Yıllarca “6. Filo Defol” tişörtü giy, git ABD den yardım dilen…
Koşulsuz şartsız bu ülkede cereyan edebilecek tuhaflıklar bunlar.
Bilim insanları şaşkın… Başka ülkede yok!
Ne hazın bir paradoks, ne hazın bir tükeniş bu…
Nerde, hangi aşınmaz sokaklarda yürüdün de yoruldun ey sözde demokrat?
Sahi, özgürlük ve demokrasiyi çizebilir misin Abidin?
Tüm bunların üstüne ithal Hint kumaşından süslemeler yapabilirim ama…
Veya Chopin’den bir nocturne ne dersiniz?…
Ne bileyim… Galileo gibi haklı çıkmalıydı tüm devrimciler …
Hayat Che tişörtü değil ki; kirlenince yıkansın
Sömürgecilerin güzel ve yalnız ülkemin gençlerine attığı paslı çelik oltasına takılan yem’den başka bir şey değillermiş meğer…
Öyle söyledi Big Brother…